29 Kasım 2012 Perşembe
28 Kasım 2012 Çarşamba
Evoria.com ve http://makeuparfume.blogspot.com/ -nin hediyye kampaniyası
Evoria.com ve makeparfume.blogspot.com birlikte hediyeli kampanya yapıyolar. Siz de kazanan şanslılardan biri ola bilirsiniz. Tam 5 kişiye 280 tl degerinde Clinique Bakım ve Makyaj seti hediye gönderilecek. Kapaniyanın şartlarını aşağıdakı linkten makeupparfume.blogspot.com blogundan okuya bilirsiniz
Link:
http://makeuparfume.blogspot.com/2012/11/evoriacom-isbirligiyle-5-kisiye-280-tl.html#comment-form
Link:
http://makeuparfume.blogspot.com/2012/11/evoriacom-isbirligiyle-5-kisiye-280-tl.html#comment-form
17 Kasım 2012 Cumartesi
Çocuklar diyorum, Bayım...
Kimin, neden,
niçin savaşı başlatması benim dikkatimi “haklı mı, haksız mı?” sorusunun
cevabını düşünmeme hiç bir zaman neden olmamıştır. Ve sanırım bundan sonra da
olamaz. O savaşın içinde günahsız, masum çocuklar katlediliyorsa...
Bir savaşın
içinde günahları olmadan çocuklar ölüyorsa savaş nedenin ne olursa olsun
HAKSIZSIN! Bunu savaşın acısının, vahşetinin ne olduğunu bilmeyenler anlayamaz
sanırım.
Benim ülkem
de savaş gördü. Hem de en kötüsünü. 26 şubat 1992 senesinde karın yeri-göyü
bürüdüğü bir günde Azerbaycanın Hocalı kentinde ermeniler katliam
törettiler. Bu katliam Ermenistanın
ve 366 Motorize Piyade Alayının
desteğindeki ermeni güçleri tarafından gerçekleştirilmişdir. İnsan Hakları
İzleme Örgütü Hocalı katliamını Dağlık Karabağın işgalinden bu yana gerçekleşen
en kapsamlı sivil katliamı olarak nitelendirmiştir.Ve bu katliamda 100e yakın
çocuk öldürüldü. Hem de hiç bir suçları yokken. Hem de bu mermilerin,
mayınların neden atıldığını, neden patladıldığını bilmeden. Hem de bu savaşın
niçinini, nedenini bilmeden. Evet.. onlar katl edildi.
Son günler
yine dünya “çocuk kanı” tadmaya heveslenmiş sanırım. Haberleri inceliyordum
farklı sitelerde. Yine savaşın çocuklarının resimlerini gördüm..Yine katl
edilmiş çocukların fotolarına bakıyordu gözlerim... Sanki bir ses duyuyordum “
Bizim suçumuz neydi..?” Evet..sahiden onların suçu neydi, sayın savaş
büyükleri??!! Onlar hiç sebebini bilmedikleri bir savaşın kurbanları oluyorlar.
Ve ne yazık ki, bu gün o günahsız masumların ölümüne neden olan insanlar ve bu
vahşete seyirci kalan bir dünya var.
Bir çocuk
resmi gördüm elinde ekmek yerken mermi bulmuş onu. O küçücük masum elindeki
yarım kalan ekmeğiyle gözlerini kapamış bu dünyaya. Fotoya heyecansız bakmak
mümkün değildi. Kalbin taş olması gerekiyordu bunun için. İnsan resime bakırken
bile kalbi acıyordu. Aklıma bir soru geldi: “Bu çocuğun bu hale düşmesine neden
olan, ona mermiyi tuşlayanın yüreğini bırak da vicdanı kayıplara mı
karışmışdı?” Düşünüyorum da keşke insan
olmasaydım...dünyanın “Çocuk ölümüne neden olan silah tetiğine tuşlanan hiç bir
parmak affedilmeyecek!” diye yazan bir kanunu olsaydım...
Belki de
kendinize göre haklı nedenleriniz var bu çocukların öldürülmesinde (ki, bu
nedenle bile haklı olamazsınız) : o
çocuklar düşman ülkenin çocuğu ve yarının potensiyel askeri, komutanı ve her
neyse neyi. Ama bakın..Onları yarın savaş meydanında bekleyin.. Şimdi
“beklemeyin” yazamam. Bu kadar kana susamış birilerinin beklememesini düşünmem
akılsızlık olur. Ama yine de yarın bekleyin onları ve savaş meydanında
bekleyin. Onlar yarının askeri, komutanı, generali, orgenerali.. neyi.. neyi...
neyi... ola bilir. AMA BU GÜNÜN ÇOCUKLARI ONLAR! Bu günün masumları, suçsuzları. Bu gün
savaşın ne olduğunu bile bilemezler...
Bir güzel
cümle okumuşdum Facebookda: “Çocuklar diyorum, bayım..onlar masum...Sizin kirli
hesaplarınızın, ateşli silahlarınızın esiri olmamalılar...”
Bu yazıyı
uzattıkca uzata bilirim. Ama keşke bir yararı dokunsa diyorum.. Keşke..her
çocuk ölümüne yazılan bir yazının ardından bir mermi o çocuklara tuşlanmaktan
vaz geçse.. ve hiç bir çocuğun elindeki ekmeği yarım kalmasa...
P.S. Türkiyenin "Hür" Gazetesi için yazılmışdır.
9 Kasım 2012 Cuma
ÇATMA, KURBAN OLAYIM, ÇEHRENİ, EY NAZLI HİLAL...
Geçen yazılarımın birinde bayrak konusuna
dokunmuşdum, özellikle de Azerbaycan Bayrağının tarihi, renklerinin ve
simgelerinin anlamı hakkında yazmıştım. Bu defa aynı yazımı tekrarlama
düşüncesinden çok uzağım. Ama bu defa da bayrak konusunda yazma hakkında kesin
kararlıyım. Çünkü, bu gün o bayrağın – Azerbaycan Bayrağının günü.
Azerbaycanımın kutladığı bayramlar içinde
bir bayram var: Azerbaycan Ulusal Bayrak Günü. Azerbaycan bayrağı altında
yaşayan her kes için bu bayramın önemli olduğuna inanırım. Ama benim için bu
bayram tüm bayramlardan daha önemli. Bir insan için en güzel gün bence doğum
günü olmalı. Sen bu dünyaya göz açmışsın ve her şey de o günden başlamış. Ama
benim için doğum günümden daha önemli olan gün bu gün : 9 Kasım – Bayrak günü.
Evet, bu gün benim, devletimin, milletimin, Azerbaycanı seven her kesin ve derim
ki, tüm Türk dünyasının kutsal bayramlarından biri.
Sizleri Bayrak gününün yaranma
tarihine götüreyim. 17 Kasım 2009 senesinde Azerbaycan Cumhurbaşkanı sayın
İlham Aliyevin imzaladığı kararnameye göre, her yıl 9 Kasım tarihinin
Azerbaycanda “Devlet Bayrağı günü” olarak kutlanmasına karar verildi. Bu tarih
Azerbaycan Halk Cumhuriyyetinin 9 Kasım 1918 yılında aldığı karar ile üç renkli
Azerbaycan bayrağını, devletin resmi bayrağı olarak ilan etmesiyle ilgilidir. 9
Kasım 1918 tarihinde Milli bayrağımız ilk kez Baküde, Azerbaycan Halk
Cumhuriyeti Bakanlar Konseyi binasında (şimdiki Azerbaycan Devlet Petrol
Şirketinin bulunduğu binada) kabul edilmiş ve göndere çekilişi törenle
kutlanmışdır.
Azerbaycan Bayrağının üç
renkli olması fikrini ilk gündeme getiren kişi Azerbaycan bağımsızlığının
ideologlarından biri olan Ali bey Hüseyinzade olmuştur.Bu renklerden gök reng
Türkçülüğümüzü, kırmızı renk Çağdaşlaşmayı, yeşil renkse İslamı belirtir.
Bayraktaki kırmızı zemin
üzerindeki bir hilal ve sekkiz köşeli yıldız var. Bayrağın üzerindeki hilal Türk halklarının
sembolüdür. Sekkiz kollu yıldızın anlamına gelince bu konuda çeşitli görüşler
bulunmaktadır. Bazı kaynaklara göre bu, Azerbaycan kelimesinin eski alfabede
yazılışıyla ilintilidir. Diger bir görüşe
göre ise, sekkiz kollu yıldızın anlamı şöyle açıklanmaktadır: Türkçülük,
İslam, Devletçilik, Demokratiklilik, Eşitlik, Azerbaycanlılık ve Uygarlık.
Çalışma Kanununun 105-ci
maddesine eklenen konuyla ilgili karara istinaden diğer bayramlar listesine
eklenen Devlet Bayrak Günü, ülkede resmi tatil ilan edilerek, yasal olarak iş
günü sayılmamaktadır.
9 Kasım 2010 tarihinde hemde
başkent Baküde Devlet Bayrağı Müzesinin
açılışı gerçekleştirilmiştir. Sekiz köşeli yıldız biçiminde oluşturulan
Müze Devlet Bayrağı Meydanında bayrak direğinin altında bulunuyor.
Ve bilmeyen okurlarımız için
daha ilginç bir haberi de yazayım yazımda. Dünyanın en yüksek bayraklarından
biri başkent Baküde Bayrak Meydanında dalqalanan Azerbaycan Bayrağıdır.
Guinness Rekorlar Teşkilatı 29 Mayıs 2010 tarihinde Azerbaycan devlet bayrağı
direğinin dünyada en yüksek bayrak direği olduğunu onaylamıştır. İnşa edilen
direğin yüksekliği 162, temel çapı 3,2 metre temelin üst kısmının çapı 1,09
metredir. Bayrağın eni 35
metre , uzunluğu 70 metredir.
Evet, bu gün Vatanım Bayrak
Gününü kutluyor. Bu kutsal bayramımızla ilgili Devletimi, milletimi bu bayrak altında yaşayan, bu ülkenin vatandaşı
olan, olmayan fark etmez – içinde bu bayrağın, bu toprağın sevgisini yaşatan,
koruyan, bu bayrak için canını vermeye, kanını akıtmaya akıtmaya hazır olan tüm kardeşlerimi, tebrik ederim. Bir gün bu kutsal bayrağımızı Karabağ topraklarımızda
dalgalandırmak dileğimle Bayrak Günün
kutlu olsun, Azerbaycanım. Bayrak Günün kutlu olsun, Yüce Vatanım.
P.S. Türkiyenin "Hür" Gazetesi için yazılmış. Orda yayınlanmıştır.
Suskunluğumun sözü var...
Suskunluğumla
konuşarım en çok ben...Anlayana da, anlamayana da çoğu zaman suskunluğumla
konuşarım. Bazıları “susdurduk” gibi düşüner suskunluğumu, bazıları “demek
istediği bir şeyler var..ama ne?” gibi algılar.
Ben suskunluğumla
nefret ederim, severim, sinirlenirim, ağlarım, gülerim, üzülürüm, acırım çoğu
zaman. Hatta bir az abartsam suskunluğumla küfür ederim bazen.
“Suskunluk
çogu şey anlatır anlayana” derler ya.. Benim için fark etmez önümdeki anlayan
mı, anlamayan mı. Ben susarsam susarım ve suskunluğumun altında ne işaretler
yatırırım onu bir Yüce Allah bilir, bir ben. Konuştuklarımdan korkanlara
acırım, hatta severim onları. “Şimdi ben ne konuşdum ki, bunlar böyle
korkdular?” da düşünmüyor değilim. Ama sükunetimin sesini duysalardı onlar...
Konuştuklarımdan çok susduklarıma dikkat etselerdi...daha çoğu şeyi anlarlardı.
Ben
suskunluğumda acı gizlerim, sevinç gizlerim, göz yaşı gizlerim, hasret
gizlerim.. Az bir kısmını duyan olsa suskunluğumun “bu sakladıklarının yükünü
nasıl taşıya biliyorsun?” sorusunu sorar bana ...kesin eminim...
Konuştuklarıma
bakmayın siz.. Sustuklarıma bakın..Konuşurken akıllıca konuşub susarken
saçmalıyorsam bile ...siz yine suskunluklarımın sesini dinleyin...orda benim
söylemek istediklerim feryad ediyor...
P.S. Bu yazı Türkiyenin "Hür" gazetesi için yazılmış ve o gazetede yayınlanmıştır.
1 Kasım 2012 Perşembe
Bir Şuşa var uzaklarda...
Bir şehir var
uzaklarda..ismi Şuşa..güzeller güzeli...yaralı ceylan gibi..Uzaklarda
diyorum..Evet, 8 mayıs 1992 senesinden artık bize çok uzaklarda o şehir...Annesi
Azerbaycana düşmen tarafından boylanıb bakıyor, ellerini uzatıyor, masumca bir
çocuk gibi göz yaşlarını döküyor.
Azerbaycan
halkı binlerce yıl içinde sayısız tarih
ve kültür abideleriyle dünya medeniyyetini zenginleştirmiştir.
Ama
Azerbaycanın jeo-stratejik mevkii ve zengin doğal servetleri devamlı yabancı
ulusların bu toprağa göz dikmesine, ona sahip çıkmak isteğine sebep olmuşdur.
Ve sırf zengin kültüründen, medeniyyetinden, doğal servetlerinden dolayı hep
Azerbaycan zaman–zaman silahlı çatışmalar ocağına çevrilmiştir. Şuşa da o
çatışmalardan birinin kurbanı olmuşdur.
Hakkında söz açtığımız şehrimiz Azerbaycanın Karabağ bölgesinde bir
kale şehridir. 1750-51 yıllarında bağımsız Karabağ Hanlığının banisi Penah Ali
Han Cavanşir tarafından kurulmuştur. Kentin ilk adı Penah Ali Hanın şerefine
Penahabad adlandırılmıştır.
1763-1806
yıllarında Penah Ali Hanın oğlu İbrahim
Halil Hanın zamanında, kentin çevresinde yerleşen Şuşakent köyü ile ilgili Penahabad adı Şuşa olarak değiştirilmişdir.
Ve o dönemde İbrahim Halil Han Şuşayı başkent gibi genişletip, şehrin savunma
kabiliyyetini güclendirmiştir.
Şuşa
Azerbaycan kültürünün, edebiyyatının ve müziğinin en önemli ve en güzel
merkezlerinden biri olmuştur.
“Kafkasyanın Konservatuarı” diye bilinen Şuşa
Azerbaycan kültürünün gelişmesinde hizmetleri olan büyük sanatkarlar yetişdirmiştir.
Cabbar Karyağdıoğlu, Kurban Pirimov, Bülbül, Seyid Şuşinski, Han Şuşinski,
Reşit Behbudov, Üzeyir Hacıbeyov, Niyazi, Fikret Emirov, Süleyman Eleskerov
gibi büyük üstadlarımız da Azerbaycanın
Şuşa toprağının yetişdirdikleridir.
Şuşa
şehrindeki abidelerin de büyük tarihi ve
kültürel önemi olmuşdur. Şuşada sadece
resmi kayıtlara geçen 170 mimarlık abidesi ve 160 sanat abidesi olmuştur.
8 mayıs 1992
senesinde bu güzel şehrimiz Ermenistan silahlı kuvvetleri tarafından işğal
altına alınmış ve dağıtılmışdır.
Ermeni işgali
neticesinde diger Azerbaycan arazilerinde olduğu gibi bu şehirde de bir çok
müze dağıtılmış, sergilenen eserler talan edilerek Ermenistana götürülmüşdür.
Bu müzelerde Azerbaycan halkının tarihi ve medeniyyeti ile ilgili kıymetli
eşyalar, resim, müzik, heykeltraşlık eserleri, dünyaca ünlü Azerbaycan
halıları, numizmatik materyallar, tarihi senetler olmuşdur.
Şuşanın
işgali sırasında 200 şehit verilirken, 150 kişi yaralanmış, 552 çocuk öksüz
kalmış, yaklaşık 22 bin kişi mülteci durumuna düşmüştür.
200 tarihi
abide, 2 dinlenme tesisi, ünlülerin ev müzeleri, 70 yataklık turizm tesisi,
1200 yataklı yatılı okul dağıtılmıştır. Şuşa bu gün de halen Ermenistanın
işgali altındadır.
Evet, bu gün
Azerbaycanın 20 % toprakları ermeni işgalindedir. Ermeniler bu işgalle birtek
Azerbaycana degil , tüm dünyaya karşı saygısız olduklarını bir daha belirtmiş
oluyorlar. Kanıtlaya biliriz. Ermeniler BMT Güvenlik Konseyi Tarafından
Ermenistanın Azerbaycanın işgal ettigi topraklardan geri çekilmesi hakkında 4
kararı bile kaç yıldır görmezden gelirler.
Ve bu
saygısızlığın sonucu olarak bu gün Azerbaycanın diğer toprakları ve sıralarına Şuşa da dahil olmakla ermeni
işgalinde kan aglıyor.
Uzaklarda bir
şehir var.. Yaralı... boynu bükük.. İsmi Şuşa...Kendisi Azerbaycan şehri..
Şimdilik o şehir uzaklarda.. Ama topraklarımızı işgal eden və bu gün də
işgallerinde tutanlar unutmasınlar Sayın
CumhurBaşkanımız İlham Aliyevin söylediği gibi: “Biz savaş olmasını
istemiyoruz. Hiç kimse savaş istemiyor. Fakat biz bu durumu hiç bir zaman kabul
etmeyeceğiz. Ermenistan bizim sabrımızın
sınırsız olmadığını anlamalıdır.”
P.S. Türkiyenin "Hür" Gazetesi için yazılmış ve ilk defa o gazetede yayınlanmıştır.
Beni üzenin kim olduğunu BULDUM!
Tüm dünya acı
çekiyor. Her kes bir-birinden şikayetlenir çektiği acılardan dolayı. Ben
senden, sen ondan, o başkasından. Zincirvari bir halga gibi şikayetlenerek
gidiyoruz. Kimse de dönüb kendini
sorgulamıyor : “Neden üzüldüm? Asıl nedeni ne? Neden başkasını suçluyorum?
Üzülmemde benim payıma düşen ne?”. Bu soruları unutmuşuz. Unutmuşuz diyorum da,
yanlış anlamayın, yani kendimize sormayı unutmuşuz.
Ama biri bize
sorsun “seni kim üzdü?”. Aliden başlarız, Veliye kadar hepsinin tek-tek ismini
sayarız karşımızdekine. “Nasıl üzdü?” sorsa da dünyanın tüm suçlarını yükleriz
o Alilerin, Velilerin üzerine. Hatta bir az sabırlı insan olursa önümüzde belki
“o benim katilim” de diye biliriz düşünürüm.
Birde aksine
düşünelim. Biri gelib bize direk “kendini sen üzdün, kendine bu kadar acını
yaşadan da sensin, başkasını suçlama” derse heyy Allahım heyy..İdam cezası verme
hükmü elimizde olursa kesin o insanı idam etdiririz.
Kendimize
dönüb bakma, hesap sorma zamanımız gelmedi mi..? Geldi de geçiyor bile. Ama ya
anlamıyoruz, ya anlamak istemiyoruz, ya da “yarınlar”a erteliyoruz.
Haksızmıyım?
Bu defa gelin
bir yeni sabahımızda.. yok... hatta sabahı beklemeyin derim, yeni saatimizde
kendimize hesap soralım. Tüm acılarımızı önümüze dökelim ve tek-tek hepsini
gözden geçirelim. Öyle suçları Ahmetlerin, Mehmetlerin üzerine dökmekle yok.
Doğruca, dürüstce kendimize hesap soralım. Ahmetlere de, Mehmetlere de, Alilere
de , Velilere de bizi üzmelerine izin verenin kendimiz olduğunu itiraf edelim.
Biz istemedikce ve biz izin vermedikçe kimsenin bizi üze bilmeyeceği bir gerçek
olarak yüzümüze vurulan acı darbe. Bu darbeden dökülen göz yaşlarınızı silerek
bir daha kimsenin sizi üzmesine izin vermemeniz dileğimle kucak dolusu
sevgiler..
P.S. Türkiyenin "Hür" gazetesi için yazılmış ve ilk defa orda yayınlanmışdır.
Başka umudun yoksa...
Hiç böyle bir
duruma düştünüzmü? Çok hasretle, çok sabırsızlıkla beklediğiniz,
gerçekleşeceğine kesin inandığınız şey olmuyor. Hayatla aranızda tüm bağlar
kopmuş gibi hiss ediyorsunuz kendinizi. Nereye baksanız, ne etseniz yine o gerçekleşmeme
acısı gözlerinizin önünde. Geceler gözlerinizde yaş, sabahlar boğazınızda düğüm
sanki. Bir türlü yutkunamıyorsunuz, bir türlü geçmiyor acınız. Ve sanki hayat
bitmiş sizin için sanıyorsunuz.
Vaz geçmek
istiyorsunuz gerçekleşmemiş dileğiniz her neyse ondan. Aklınızdan,
düşüncenizden silmek istersiniz kesinlikle. Hiç bir izi kalmasın hafızanızda,
hatıranızda istersiniz. Lakin içinizde bir ses yaşlı gözlerle, masum
bakışlarla, çocukca bir sesle yavaşca “ben bitmedim..ben bitmedim...”
der...İşte, bakın UMUT denilen şey o.
Belki de
dünyaya geldiğimiz andan hiç bir zaman bizi terk etmeyen tek duygu UMUT.. En
dayanılmaz acılarda bile yanımızda olan, en uzun yollarda bile bizimle birer
addımlarla yürüyen UMUT.
Elimizi her
kes bıraksa bile o bırakmaz derim ben. Bir güzel hikaye okumuşdum. Şimdi bu
satırları yazarken aklıma geldi. Belki, çoğumuz o hikayeyi okumuşuz. Ama
aramızda okumayanlar varsa ben kısaca özet geçicem. Bakın, umudu ne güzel
anlatıyor:
“Bir odada
dört mum yanıyordu. Oda o kadar sakinmiş ki, mumların kendi aralarında ne
konuşdukları duyulurmuş.
Birinci mum :
“Ben Barışım” – demiş – “Ama kimse bana sürekli yanık kalıb, etrafa ışık
saçmama yardımçı olmuyor. Artık sönmek üzereyim”-der ve söner.
İkinci mum :
“Ben İnançım” – der – “Ne yazık ki, artık vaz geçilmez değilim. Onun için artık
yanıb durmamın bir anlamı yok..”- söyler ve ışığını söndürüverir.
Üçüncü mum:
“Ben Sevgiyim” – söyler sakin bir sesle – “Ama artık insanlar beni unutmuş,
değerimi hiç anlamıyorlar..yanacak gücüm kalmadı” – der ve karanlığa gömülür.
O sırada
odaya bir çocuk gelir ve mumların söndüğünü görür, ağlar: “Neden söndünüz?”
diye.
Ve ansızın...yumuşak
ve yatıştırıcı sesiyle dördüncü mum konuşur : “Ben UMUDUM”- der – “Korkma, ben
etrafıma ışık saldığım sürece diğerleri yeniden yanarlar ve aydınlatamaya devam
ederler”
Gözleri
sevinçden parlayan çocuk UMUT mumuyla diger mumları da yakar.
Ne güzel
hikaye.. değilmi? Tam yazımı bitiricekdim ki, aklıma kalemi güçlü yazar,
değerli üstad Ömer Köroğlunun bir cümlesi geldi aklıma : “Başka umudun yoksa,
her kesin “olmaz” dediği o umuda bile sımsıkı sarılırsın..”
Umutlarınızın
hiç tükenmemesi dileğimle yine Ömer Köroğlu deyimiyle : “İki kere hoşçakalın..”
J
P.S. Bu yazı
Türkiyenin Hür Gazetesi için yazılmış ve ilk defa orda yayımlanmıştır.
CAN İSE CAN, KAN İSE KAN – YETER Kİ, SEN DALQALAN..!
Her bir ülkenin toprakları
kadar önemli olan ve namusu sayılan hem
de bayrağıdır. Ülke bayraklarına saygım var ve bir ülkenin bayrağını onun
namusu ve şerefi olarak algılıyorum. Bence bir ülkenin vatandaşı için kendi
ülkesinin bayrağı sorgusuz-sualsiz her şeyden önemli ve kutsal olmalıdır.
Söyledim ya, ülke bayraklarına saygım var. Ama kendi bayrağımı normal ve dogal
olarak bir başka severim.
Her gün işe giderken yolumun
üzerinden bir hotelin önünde bayrağımız dalgalanıyor. Nasıl anlatsam bilmiyorum
ki.. Her sabah ona bakırken içim titriyor gururumdan. “Ne güzelsin ve zirvelere
ne çok yakışıyorsun” düşünüyorum.
Azerbaycan bayrağı hakkında
ilk karar 1918-de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyyeti hükumeti tarafından
alınmıştır. Gök, kırmızı ve yeşil renklerden oluşan bayrağımızda gök renk
türklüğü, kırmızı renk uygarlığı ve yeşil renkse islamiyyeti temsil etmekdedir.
Ayrıca bayrakdakı kırmızı zemin üzerinde
ağ renkte sağa bakan bir hilal ve sekiz köşeli bir yıldız bulunmaktadır.
Bu günkü zamanda malesef
bayragımızdakı renklerin ve işaretlerin
anlamını bilmeyenler de var. Bunu çok acıyarak söylüyorum, ama gerçek bu.
Sadece birşey demek istiyorum: hangi ülkenin vatandaşı olursan ol fark etmez,
bayrağındakı renklerin ve işaretlerin anlamını bilmiyorsan bence çok büyük ayıp
ve kusur saymalısın kendine. Bence bu anlamları ögrenmek hiç bir devirde zor
olmamışdır. Hele modern zamanımızda – intarnete istedigimiz zamanda,
istedigimiz yerde bağlana biliyorsak sadece 5 dakikamızı ayırıb bayrağımız
hakkında bilgi edinmek bence hiç zor değil. Sadece bilgi edinmekle kalmayıb
hemde bu bilgiyi hafızamızın en çok kullanılır tarafına kayıt yapmamız da çok
önemli bir iş derim ben.
Bu gün 18 ekim Azerbaycanımda
Bagımsızlık Günü kutlanıyor. Yirminci yüzyılın sonlarında Sovyetler birligi
yıkıldıkdan sonra Azerbaycan halkı 20. yüzyılda ikinci kez bağımsızlık
bayrağını kaldırdı. Azerbaycan
Cumhuriyyeti Ali Sovyetinin 18 ekim 1991 –ci yıl tarihli toplantısında Azerbaycan Cümhuriyyetinin
Devlet Bağımsızlığı hakkında Anayasa senedi oy birligiyle kabul edildi.
1992-ci yılın mayısında sözleri Ahmet Cavada, müziği Üzeyir
Hacıbeyova ait Azerbaycan Cümhuriyyeti Milli Marşı, daha sonra üç renkli
bayrak, içinde alev olan sekizköşeli yıldız resimli devlet arması onaylandı.
Evet, bu gün Azerbaycan bayramını
kutluyor. Bağımsızlık Gününü. Kendi bayrağıyla birlikte. Hiç bir zaman
göklerden, yücelerden ve zirvelerden inmeyecek o kutsal bayrak bir gün
işğaldeki Karabağ topraklarımızda dalgalanacak. Biz bir millet gibi buna kesin
olarak inanırız. Kalbimizde bayrak sevgisi, dilimizde bir cümle var: “Kan ise
kan, can ise can – yeter ki, sen DALQALAN!”
P.S. Bu yazı Türkiyenin Hür Gazetesi için yazılmış ve ilk defa o gazete de yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)